Osmanlı Devletinin Kuruluşu
Osmanlı Devleti Kayı beyi Osman Gazi tarafından 1299 yılında
Söğüt beldesinde kurulmuş, ilerleyen yıllarda hızla büyüyerek 200 yıl
içerisinde cihan devleti haline gelmiştir
Türk tarihinin Osmanlı evresini yorumlarken beklide en çok yoğunlaşmamız gereken evre devletin kuruluş süreci olmalıdır. Zira devletin toplumsal temellerini, gayesini, ilerleyişini, evrilişini ve her şeyden öte başlangıç noktasını doğru tespit etmemiz, Osmanlının ortaya çıkış sürecinden yıkılış sürecine kadar olan tüm evrelere bakışımızın olgunlaşmasını sağlayacak, tarihi tarihsel verilerle yorumlamamıza yardımcı olacaktır.
Türkler, İç Asya’dan başlayan göç hareketleriyle 900
yıllık bir serüvenle adım adım batıya ilerlemiş (M.s. 150-1150), kimi kolları
Avrupa’nın doğusuna kadar ulaşmış (Avrupa Hunları, Uzlar, Kıpçaklar,
Kumanlar), kimi kolları Hazar Denizini Türk gölü haline getirmiş (Hazar
Devleti), kimi kolları ise Selçuklulardan daha erken dönemlerde Anadolu
hudutlarına ulaşmışlardı (Oğuz Yabguluğu). Ancak hiçbiri Sultan Alparslan gibi
kesin ve geri dönülmez bir galibiyetle Anadolu’da tutunamamıştı.
Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan, 1071’deki destansı
zaferinden sonra Anadolu’nun kapılarını Türk boylarına açmış, ata yurtları olan
İç Asya’dan demografik ve siyasi çalkantılar nedeniyle tutunamayarak batıya
doğru süregelen göç serüvenlerinde nihai yurtlarına adım atabilmişlerdi. Büyük
Selçuklu Devletinin en güçlü döneminde Anadolu’nun kapılarını açan Türkler,
Bizans’ın Anadolu’daki kesin hâkimiyetinin ortadan kalkmasından sonra Orta
Doğu’dan gelen diğer Semitik (Arap kökenli) toplumlarında Anadolu’ya
yaklaşmalarının önünü açmıştı. İlerleyen 100 yıllık süreçte Büyük Selçuklu
Devleti yıkılmış, Anadolu’nun bağrında bakiyelerinden yeni bir devlet
kurulmuştu (Anadolu Selçuklu Devleti).
1071’den itibaren Anadolu’nun bereketli toprakları Türkler
tarafından akın akın yurt edinilmeye başlandı. İç Asya’da tutunamayan Türk
boyları, henüz 2 yüzyıl önce göçtükleri İran/Irak/Suriye hattındaki Müslüman
Devletlerin birbirleri ile çatışmalarından uzaklaşmak ve Büyük Selçuklu
Devletinin yıkılmasından sonra yeni ve daha müreffeh yurtlar arayışına girmek
için Anadolu’ya akın ediyorlardı. Bununla birlikte Selçuklulardan önce
Anadolu’ya yaklaşan Oğuzlar, Hazar Devletine bağlı göçebe Türk boyları,
Karahanlı Devletinin ardılları ve Selçuklulardan sonra Anadolu’ya göç etmek
zorunda kalan Harzemşahlar ve elbette İran/Irak/Suriye hattında Büyük Selçuklu
Devletine tabi olan irili ufaklı Fars ve Arap kabilelerde bu göç dalgasına
katılmışlardı. Anadolu, 1071-1200 yılları arasında yoğun ve istikrarlı göçlerle
yeni ev sahipleri tarafından yurt haline getiriliyordu.
Anadolu’nun Malazgirt savaşı öncesi demografik yapısı oldukça
kozmopolitdi. Doğu Roma İmparatorluğu Anadolu’da yaşayan bölgedeki muhtelif
toplumları paralı asker olarak kullanıyor, bölgenin güvenliğini sağlamak
karşılığında ise paralı askerlere ödediği ücretleri vergi adı altında dolaylı
olarak geri alıyordu. Alparslan’ın Anadolu’nun kapılarını açmasından sonra Doğu
Roma’nın Anadolu üzerindeki tahakkümü ortadan kalkınca bölgeye yaşayan
toplumlar (Ermeniler, Gürcüler, Küçük Kafkas Prenslikleri, v.b.) Selçuklu
Ordusu ile savaşmaktan çekinerek ve hatta Doğu Roma’ya karşı Selçuklu Ordusuna
hizmet ederek hayatta kalmaya çalışıyorlardı.
1071-1220 yıllarındaki bu çalkantılı dönem, Anadolu Selçuklu
Devletinin en güçlü dönemine kadar devam etti. Anadolu Selçuklu Devleti
hükümdarı Alaeddin Keykubat döneminde ise(1220-1237) bölgenin kaderini
değiştirecek önemli gelişmeler yaşandı. İç Asya’dan başlayan Moğol akınları
Anadolu hududuna kadar ulaşmıştı. Moğol istilalarına kadar Anadolu’ya göçmemiş
olan Türk boyları da mecburiyet gereği Anadolu’nun Osmanlı Devleti öncesi son
kalabalık göç dalgalarını oluşturdular. Üstelik Gazne Devletinin en kalabalık
bakiyesi olan Harzemşahlarda Anadolu sınırlarına kadar ulaşmış, 13. Yüzyılın
başlarında ortaya çıkan bu siyasi çalkantı Anadolu’daki Selçuklu hakimiyetini
tehdit etmeye başlamıştı. Artan Moğol baskısı ve Eyyubi Devletinin ardılları
ile kötü giden siyasi münasebetlerden sonra bölgedeki önemli güçlerden biri
olan bir diğer Türk Devleti Harzemşahlar ile savaşın eşiğine gelinmiş, Selçuklu
hâkimiyetini kabul etmiş olan Ermeniler, asi ve kalabalık bir Türk boyu olan
Artuklu ve Mengüçlü beyliği Anadolu Selçuklu Devletine bağlılığını reddederek
bağımsızlıklarını ilan etmeye teşebbüs etmişlerdi. Bu keşmekeş Anadolu’daki
Selçuklu hâkimiyetini derinden sarsmaya başladı. İlerleyen yıllarda Moğol
tehdidinin artması Anadolu Selçuklu Devletinin otoritesini kaybetmesine neden
oldu. Bu durum Selçuklu devletine bağlı beyliklerin başına buyruk hareket
etmelerine yol açtı. Anadolu’da yerleşik hale gelmiş olan Türk boyları
ise artık kendi kaderlerini tayin etmek zorundaydılar.
1250’li yıllardan itibaren Anadolu tam anlamıyla bir otorite
boşluğuna sürüklendi. Selçuklu hükümdarı Alaeddin Keykubat’ın vefatından sonra
yerine geçen oğlu 2. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246), devleti ayakta tutmakta
zorlandı. Irak-İran-Suriye hattından göç eden Türkmenler itikadı farklılıklar
nedeniyle (Alevilik-Sünnilik) ayrışmış ve devlet tarafından yurt verilmeyince
tarihe Babai isyanı olarak geçen hadise gerçekleşmiş, bu hadisenin neticesinde
Gıyaseddin Keyhüsrev tahtını terk ederek kaçmıştı. Keyhüsrev, sonradan tekrar
tahtına geçse de hükümdarın otoritesinin sarsılmış olması Selçuklu Devletinin
merkezi idaresini zayıflatmaya yetti. Moğollar ise kendilerine karşı
koyabilecek tek güç olarak gördükleri Selçukluların zayıflamasını fırsat
bilerek Anadolu’ya ilk saldırılarını gerçekleştirdiler. 1243’de yaşanan Kösedağ
savaşında yenilen Selçuklu Devleti Moğol hâkimiyetini kabul etmek zorunda
kaldı. Selçuklu Devleti artık Moğol hükümdarları tarafından atanan valiler
tarafından yönetiliyor, Selçuklu sarayı Moğol tahakkümü altında varlığını devam
ettirmeye çalışıyordu.
Moğol idaresini kabul etmek zorunda kalan 2. Gıyaseddin
Keyhüsrev’in vefatından sonra Selçuklu Devleti içerisinde saltanat mücadeleleri
baş göstermeye başladı. Anadolu’nun bereketli topraklarında gözü olan Moğollar
için bu büyük bir fırsat oldu. Kendilerine boyun eğmeyen boylar ve aşiretler
üzerinde zulüm uygulamaktan imtina etmeyen Moğollar (İlhanlı Devleti) tarih
kayıtlarındaki tahminlere göre 400 Binden fazla Türkmen köylüyü vahşice
katletti.
Anadolu onlarca beylik, yüzlerce aşiret ve milyonlarca Türkmen
tarafından yurt edinilmiş ancak merkezi bir idare tarafından yönetilemeyen
keşmekeş bir coğrafya haline gelmişti. Türkmenler artık kendi kaderlerini tayin
etmek zorundaydılar. Bu minvalde kendi istikbalini çizen boylardan Kayılar
Anadolu Selçuklu döneminin son evresinde güçlenerek Osmanlı Devletinin
temellerini attılar.
Anadolu Beylikleri Dönemi
Anadolu Selçuklu Devleti, Kösedağ Savaşı sonrasında Moğol
tahakkümü altına girmeye başladığında merkezi otorite sarsılmış, Anadolu’da
bulunan beylikler Moğol tahakkümü altına giren Selçuklu saltanatına bağlılığını
yitirmişti. 13. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise durum daha da vahim bir hal
aldı. Selçuklu saltanatı mücadelelere sahne oluyor, birbiri ile anlaşamayan
varisler kendi hâkimiyetlerini ilan ederek devletin coğrafi sınırlarını
bölüyor, Moğollar ise bu keşmekeşten istifade ederek Anadolu’yu yağmalıyordu.
Bu tarihlerde Anadolu’da Selçuklu Devletine tabi 9 beylik
bulunuyordu. Devletin batı sınırlarında Artuklu (Mardin) ve Dilmaçoğulları
(Bitlis), kuzeyde Çobanoğulları (Kastamonu) ve Pervaneoğulları (Sinop), güney
ve batı sınırlarında Alaiye (Alanya), Kaserioğulları (Balıkesir),
Menteşoğulları (Milas), iç kısımlarda ise Karamanoğulları (Konya),
Sahipataoğulları (Afyonkarahisar) beylikleri bulunuyordu.
Selçuklu devleti zayıfladıkça Anadolu beylikleri bölgelerinde
daha çok söz sahibi oluyor ve kendi içlerinde güçleniyor ancak Anadolu’da ki
birlik azalıyordu. Anadolu’yu bir arada tutan temel unsur olan Selçuklu Devleti
ise Moğollar tarafından atanan ve kendi emrinden çıkmayacak hükümdarlar
tarafından yönetiliyordu. Selçuklu tahtına artık temsili hükümdar oturmaya
başlamıştı. Zira Anadolu beylikleri üzerinde herhangi bir tahakkümü kalmamıştı.
Moğollar (İlhanlılar) 14. Yüzyıldan itibaren zayıflamaya ve güç kaybetmeye
başladılar. İlhanlılar 1295 yılında İslamı resmi din olarak kabul
etmişlerdi. Ancak hem İlhanlı saltanat ailesi daha önce Budizmi kabul
etmiş, ardından Şamanizme geri dönmüşlerdi. Bu anlamda İslamı kabul etmiş
olmaları İlhanlı saltanat ailesinin itikadi açıdan ayrı bir cenderenin
içerisine sürükledi. Bu durum devlet politikalarını da etkiledi. İlhanlı
devleti 1300’lü yıllardan itibaren zayıflamaya başlamıştı ancak bu durum
Selçuklu Devletinin toparlanması için yeterli değildi. Zira saltanat makamı ve
devletin tüm idari mekanizmaları işlevselliğini kaybetmişti. Son temsili
Selçuklu hükümdarı 2. Mesut Han’ın vefatından sonra Moğollar yerine bir
hükümdar tayin etmese de Mesut Han’ın yerine geçecek kimse olmadığı için
Selçuklu Devleti fiilen sona ermiş oldu (1308).
Kayılar
Kayılar, kökenleri itibariyle 24 oğuz boyundan biri olarak
varlıklarını yüzlerce yıldır koruyan güçlü ve önemli bir boydu. Göktürkler ve
Karahanlılar dönemlerinde İç Asya’da varlıklarını devam ettiren Kayılar, 9.
Yüzyılda Selçuklu Devleti bünyesinde ekseriyetle Horasan bölgesinde
varlıklarını sürdürmekteydiler. Selçuklu tebaası olmayan ancak Selçuklu Devleti
hudutları içerisinde diğer Türk boyları gibi konar/göçer yaşayan Kayılar
Anadolu’ya iki ayrı dönemde iki ayrı kol halinde girdiler. İlk önemli Kayı kolu
Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya giriş yapmış ve ilerleyen yıllarda güçlenerek
Artuklu beyliğini kurmuşlardı. Horasan ve Merv bölgesinde varlıklarını devam
ettiren bir diğer Kayı kolu ise Moğol baskıları nedeniyle Batıya doğru
sürüklenmiş, Harzemşahlar ile birlikte 12. Yüzyılın sonlarında Anadolu’ya
girmişlerdir.
Kayıların sayıca hatırı sayılır büyüklükte bir nüfusa sahip
olduğunu bünyesinden iki büyük beylik çıkarttığından hareketle görebiliyoruz.
Ancak Selçuklu devrinden önce tarih sahnesinde ismine pek rastlanmamaktadır.
Bunun muhtemel sebebi Kayıların diğer büyük Türk kitleleriyle birlikte hareket
etmemiş olmalarıdır. Gerek Göktürkler devrinde, gerekse Karahanlılar döneminde
tarih kayıtlarına düşmüş ve ulaşabildiğimiz tarih kayıtlarına etki edecek bir
siyasi tezahürün içinde bulunmadıkları düşünülebilir. Ancak varlıklarını
yüzlerce yıl devam ettirebildiklerini, Anadolu’ya göç ettiklerinde ise takriben
70 bin çadırlık geniş bir nüfusa sahip olduklarını düşünürsek kendi kaderlerini
kendileri belirlemiş, geçte olsa Türk Tarihindeki yerlerini 12. Yüzyıl
itibariyle almışlardır.
Kayılar, Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılma sürecine girmesi
ile Anadolu Beylikleri’nin bağımsız ve kendi başlarına idare edilmeye
başlandığı dönemde Bizans’a karşı elde ettiği başarılar neticesinde güçlenmiş,
yaklaşık 40 yıllık bir sürecin sonunda İmparatorluk haline gelerek Osmanlı
Devletinin kurucu unsurları olmuşlardır.
Osmanlı Devletinin kuruluşu sürecinde baş rolü üstlenen Kayı
Boyunun Anadolu’daki varlıkları Büyük Selçuklu Devleti döneminde Anadolu’ya
giren Türk boyları kadar eski değildir. Kayılar Anadolu’nun Türkleşmesinden
yaklaşık 100 yıl sonra Anadolu’ya girmişlerdir.
Kayılar, Moğol saldırılarının etkisiyle İç Asya’dan batıya doğru
göç hareketine girişen Türk boyları ile birlikte Büyük Selçuklu Devletinin
hüküm sürdüğü İran coğrafyasına göç etmişlerdi. Ancak Büyük Selçuklu Devleti
1157’de yıkılınca İran coğrafyası Abbasilerin tahakkümü altına girmeye başladı.
Büyük Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra merkezi bir yönetime bağlı
olmasalar da vilayetlerin yönetimi halen Büyük Selçuklu Devleti tarafından
görevlendirilmiş olan valilerinin elinde bulunuyordu. Selçuklu valileri
Abbasilerin bölgelerinde hâkimiyet kurmasını arzu etmiyorlardı. Aynı şekilde
Moğol baskısıyla İç Asya’dan göç eden göçebe Türk boyları da Müslüman
olmalarına rağmen Arap hükümdarlar tarafından yönetilmek istemiyorlardı.
Selçuklu valileri ve göçebe Türk boyları bu ortak menfaat etrafında buluşarak
Abbasi akınlarına karşı ittifak kurdular. Bu dönemde Kuzey İran coğrafyası
Selçuklu ardılları olan Türklere, bölgede uzun süredir yaşayan göçer
Türkmenlere, Kuzey Karadeniz hattında yaşayıp hazar denizi üzerinden İran’a göç
eden Tatarlara ve Moğol baskısıyla İç Asya’dan göç eden göçebe Türk boylarına
ev sahipliği yapıyordu. Selçuklu valileri Türkmenleri, Tatarları ve göçebe
Türklerin en güçlü unsurlarından olan Kayıları ikna ederek Abbasi akınlarına
karşı bir ittifak oluşturdular ve bulundukları bölgeyi (Horasan/Merv kentleri)
Abbasi akınlarından korudular. Bu başarıda en büyük paya sahip olan Kayılar hem
Büyük Selçuklu Devleti sonrası İran coğrafyasında başsız kalmış olan
Türkmenlerin bağlılığını kazandı hem de büyük bir nüfuz kazanarak bölgedeki
Türk kitlelerin liderliğini üstlendi.
Kayılar bu tarihte yaklaşık 20.000 çadırlık kalabalık bir
oymaktı. Bölgedeki Türkmenler ve Tatarlar ise 50.000 çadırdan oluşan çok daha
kalabalık bir nüfusa sahipti. Kendilerinden sayıca az olmalarına rağmen Kayı
beyi Süleyman Şah’ın giriştiği savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar ve
Kayıların elde ettiği başarılar Türkmen ve Tatarları etkiledi. Yeni ve güçlü
bir lider arayan bu Türk kitleleri Süleyman Şah’a biat ederek Kayı boyuna
katıldılar. Kayılar artık 70.000 çadırdan oluşan muazzam bir güç unsuru haline
gelmişlerdi. 70 bin çadırlık bir nüfus yaklaşık 50.000 kişilik bir savaşçı
ordusu anlamına geliyordu. Oymağın savunması için vazifelendirilen askerler
düşünüldüğünde ise en az 30.000 askerlik bir sefer gücü söz konusu oluyordu ki;
bu rakam büyük bir savaşın kaderini belirleyebilecek bir muharip unsur olmaları
için fazlasıyla yeterlidir.
Kayılar devletsiz ve töresiz kalmış, hem Moğollar hem de
Abbasiler tarafından hedef haline gelmiş İran coğrafyasında varlıklarını devam
ettirmek yerine Gaza etmek ve Anadolu’da kurulmuş ve giderek güçlenmekte olan
Anadolu Selçuklu Devleti’ne yakın olabilmek maksadıyla Anadolu’ya göç etmeye
karar verdiler. Anadolu göçlerindeki ilk durakları Ahlat oldu (1191). Burada
çok kısa süre kalan Kayılar, ardından önce Erzurum’a sonra ise Erzincan’a
yerleştiler. Ahlat, Erzurum, Erzincan hattı Anadolu Selçuklu Devleti ile
Harzemşahlar devleti arasında sınır hattı durumundaydı. Doğusunda Harzemşahlar
Moğol akınlarına karşı koymaya, Batısında Anadolu Selçuklu Devleti Anadolu’daki
hâkimiyetini güçlendirmeye ve Haçlı seferlerine karşı koymaya çalışıyordu.
Kayılar ne Anadolu Selçuklularına ne de Harzemşahlara tabi olmadılar ve kendi
kaderlerini kendileri tayin etme gayretine giriştiler. Yaklaşık 30 yıl boyunca
Erzurum ve Erzincan’da yaylayıp kışladılar ancak geçirdikleri onca zamana
rağmen umduğunu bulamayan Süleyman Şah, asıl vatanı olarak gördüğü Türkistan
coğrafyasına geri dönmeye karar verdi. Genç ve kahraman bir bey olarak
ayrıldığı Türkistan’a şimdi yaşlanmış, ömrünün son demlerini yaşayan bir bey
olarak geri dönüyordu.
Kayılar, göçlerini vaktiyle Türkistan’dan göç ettikleri Tebriz -
Ahlat istikameti üzerinden değil güneyden Fırat nehri ve Halep vilayeti
güzergahından gerçekleştirdiler ve Halep vilayeti yakınlarında bulunan Caber
kalesi yakınlarına kadar ilerlediler. Göç istikametleri gereği Fırat nehrini
geçmek zorunda olan Kayılar, sığ gibi görünen bir boğazdan nehri geçmeye karar
verdiler. Öncü birlikler nehri geçemeyince durumu Süleyman Şah’a bildirdiler.
Süleyman Şah nehri kontrol etmek için atını nehre sürdü ancak at sendeleyince
nehre düştü ve boğularak hayatını kaybetti. Süleyman Şah, sudan çıkartılarak
Caber kalesi yakınlarında nehir kenarına defnedildi. Bu bölge sonradan Türk
Mezarı olarak anılmıştır. Günümüzde Süleyman Şah türbesi olarak geçen anıt
mezarın bu bölgede bulunması hasebiyle Kayı beyi Süleyman Şah’a ait olduğu düşünülmektedir.
Süleyman Şah’ın vefatı üzerine Kayı boyunun dirliği bozuldu.
Yaklaşık 70.000 çadır büyüklüğünde olan Kayı boyu içerisindeki en kalabalık
kitleyi Türkistan’da Süleyman Şah’a tabi olan Türkmen ve Tatarlar
oluşturuyordu. Süleyman Şah’ın ölümü üzerine bu kitle Kayılardan ayrılarak
Şam’a doğru göç ettiler. Günümüzde Şam Türkmenleri olarak varlıklarını devam
ettiren topluluk Kayılardan ayrılan Türkmen-Tatar kitlelerin ardıllarıdırlar.
Türkmen ve Tatarların ayrılmasından sonra geriye kalan ve Kayı neslinden
olanlar Süleyman Şah’ın 3 büyük oğluna uydular. Aslında Süleyman Şah’ın 4 oğlu
vardı. Yetişkin olan oğulları Sungur Tigin, Gündoğdu bey, Ertuğrul Bey Kayı
boyuna önderlik ettiler. En küçük kardeş olan Dündar ise henüz çocuk yaşta
olduğu için ağabeylerine uymuştur.
Türkmen ve Tatarların ayrılmasından sonra Türkistan’a göç
etmekten vaz geçen Kayılar, geldikleri güzergâhı izleyerek yine Fırat nehri
üzerinden Erzurum’a geri döndüler. Pasin Ovasında bulunan Sürmeli Çukuru
mevkiinde kışladılar. Ancak bu birliktelikte uzun sürmedi. Süleyman Şah’ın en
büyük oğlu olan Sungur Tigin ve onun bir küçüğü olan Gündoğdu Bey, Süleyman
Şah’ın ölümü üzerine yarım kalan Türkistan göçünü tamamlamaya karar verdiler.
Ertuğrul bey ise Türkistan’a dönmek yerine Anadolu’da kalıp gaza etmenin daha
doğru olacağını düşündü. Bunun üzerine Kayı boyunun büyük bir bölümü, tigin
olması hasebiyle Süleyman Şah’ın en büyük oğlu Sungur Tigine ve onunla birlikte
hareket eden Gündoğdu beye biat ederek Türkistan’a doğru göç ettiler. Ertuğrul
beye ise yalnızca 400 çadır, kardeşi Dündar ve annesi Hayme Sultan biat ederek
Erzurum’da kalmıştır.
Kayılar Türkmenlerin, Tatarların ve Sungur Tigin’e biat
edenlerin ayrılmaları ile küçülerek 70.000 çadırlık bir oymaktan 400 çadırlık
bir obaya dönüştü. Artık kendi kaderlerini tayin edebilecek kadar güçlü
değillerdi. Kışlayabilmek için bir hükümdara tabi olmaları, Gaza edebilmek
içinse bir orduya mensup olmaları gerekiyordu. Zira birkaç yüz kişilik bir
askeri güçle ancak başıboş çetelerle ve yağmacılarla baş edebilirlerdi.
Ertuğrul Bey hem obasını muhafaza edebileceği güvenli bir yurt
edinmek hem de Gaza edebilmek için büyük oğlu Saru Yatı’yı Anadolu Selçuklu
Devleti hükümdarı Alaeddin Keykubat’a elçi olarak gönderdi. Alaeddin Keykubat,
Ertuğrul Beyin talebine müspet yanıt vererek Kayılara Söğüt vilayetini kışlak,
Domaniç ve Ermenibeli dağlarını yaylak olarak tahsis etti. Kayılar artık
Selçuklu Devletinin tebaası olarak yaşayacaklar, Selçuklu ordusu ile gaza
edecekler ve Batı Anadolu’nun bereketli topraklarında hayatlarını devam
ettireceklerdi. Kayılar önce Ankara’ya oradan Söğüt’e geçtiler. Söğüt bu
tarihten sonra Kayıların kadim Yurtları haline geldi. Ertuğrul bey, Gazi
unvanını aldı ve ömrünün sonuna dek Söğütte yaşadı. Savaşsız, uzun ve müreffeh
bir ömrün ardından 1281 yılında, 90 yaşında vefat etti. Büyük Oğlu Osman bey
tarafından inşa edilen türbesi Söğüt (Bilecik) ilçesinde bulunmaktadır.
Ertuğrul Gazi’nin vefatından sonra Kayıların başına büyük oğlu
Osman Bey geçti.
Osmanlı
Beyliğinin Kuruluşu
Anadolu Selçuklu Devleti yıkılırken Anadolu’ya hüküm süren
beylikler kendi kaderlerini tayin etmeye, bölgedeki varlıklarını
sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Bu dönemde Kayılar henüz bir beylik kurabilecek
kadar güçlenebilmiş değillerdi ve kendilerine yurt olarak verilen Söğütte komşuları
olan Bizans tekfurları ile iyi ilişkiler kuran küçük bir oba olarak varlığını
devam ettiriyorlardı. Osmanlı Beyliğinin kurulması süreci Ertuğrul Gazi’nin
vefatından sonra yerine geçen Osman Bey döneminde gerçekleşmiştir.
Kayılar, yeni yurtları olan Söğüt’e yerleştiklerinde bu bölge
oldukça sakin ve müreffeh bir bölgeydi. Bizans devleti İstanbul dışında olan
bölgeleri sınır valileriyle yönetmekteydi. Söğüt İnegöl, Karacahisar ve Bilecik
tekfurluklarının (Vali) tam ortasında bulunan Selçuklu Devleti sınırını teşkil
ediyordu. Karacahisar ve Bilecik tekfurları, uzun zamandır Selçuklu Devleti ile
iyi geçiniyor, vergi veriyor ve herhangi bir husumet gütmeksizin Bizansa bağlı
olarak bölgedeki varlıklarını devam ettiriyorlardı. Kayıların Söğüt’e
yerleşmesinden sonra Ertuğrul Gazi de komşu tekfurluklarla iyi ilişkiler kurmuş
herhangi bir husumet gütmemiş ya da mücadele içerisine girişmemişti. Hatta bu
tekfurluklar Kayıların bölgedeki varlıklarından oldukça memnunlardı. Zira
bölgede başıboş gezen Tatar yağmacılar yerleşik bir hayat süren Rum köylerine
saldırıyor ve yağma yapıyorlardı. Kayıların bölgeye yerleşmelerinden sonra bu
yağmacılar kendileri gibi bozkır savaşlarını bilen Kayılardan çekindikleri için
artık yağma faaliyetlerine teşebbüs etmediler.
Ertuğrul Gazi'nin Vefatı ve Beylik Seçimi
Ertuğrul Gazi, bereketli ve müreffeh bir ömür yaşayarak 1281
yılında 90. yaşında vefat ettiğinde ardında üç yiğit evlat ve bir kardeş
bıraktı. Ertuğrul Gazi'nin ölümünden sonra oğulları Saru Yatı, Osman ve Gündüz
ile kardeşi Dündar beylik için namzetlerdi. Ertuğrul Gazi'den sonra en
tecrübeli kişi Ertuğrul Gazi'nin kardeşi Dündar beydi ancak Satu Yatı hem
devlet idaresinde Ertuğrul Gazi'nin rahlei tedrisinde özenle ve ihtimamla
yetiştirilmiş hem de Moğollar ile yapılan savaşlarda basireti ve cengaverliği
ile rüştünü ispat etmiş tecrübeli bir kumandan olarak daha güçlü bir aday
durumundaydı. Bunun yanında Osman çok iyi bir avcıydı ve av merakı ile diyar
diyar gezmiş, kendisine hem beylik içinden hem de beylik dışından pek çok hayran
ve tanış kazanmıştı. Bu özellikleri ile Gaziler (Alplar) kendisine fevkalade
bir teveccüh ve itibar göstermekteydi. Ertuğrul Gazi'nin en küçük oğlu Gündüz
ise henüz bu rekabette yer alabilecek meziyetlere sahip değildi.
Dündar bey bu şartlarda güçlü bir aday olamadı. Kayı aşireti kendilerine Saru Yatı (Savcı) ve Osman'ı bey olarak tayin ettiler. Türk töresinde de gayet tabii bir yönetim biçimi olan ortak hükümdarlık Hunlar, Göktürkler, Karahanlılar ve Selçuklular döneminde olduğu gibi bir tür ortak hakanlık ile Osman ve Saru Yatı birlikte Kayıların beyliğine atandılar. Dündar bey ise beyliğin idaresinde Osman ve Saru Yatı'dan sonra en yetkili kişi konumunda vazife aldı.
Saru Yatı (Savcı) beyden tarih kaynakları çok fazla söz etmemektedir. Bunun nedeni Saru Yatı'nın 1287'deki Domaniç Savaşında şehit düşmesidir. Ertuğrul Gazi'den sonra yerine Osman Bey'in varis olarak geçtiği düşüncesi bir yanılgıdır. Bu yanılgının sebebi Aşıkpaşazade'nin Saru Yatı'dan yeterince bahsetmemesi ile ilgilidir. Oysa Neşri ve Tevarih-i Al-i Osman'da Satu Yatı'dan bahsedilen beyitler ve destanlarda beyliğin Saru Yatı ve Osman tarafından ortaklaşa idare edildiğini anlamamız için yeterince veri bulunmaktadır.
Dündar bey bu şartlarda güçlü bir aday olamadı. Kayı aşireti kendilerine Saru Yatı (Savcı) ve Osman'ı bey olarak tayin ettiler. Türk töresinde de gayet tabii bir yönetim biçimi olan ortak hükümdarlık Hunlar, Göktürkler, Karahanlılar ve Selçuklular döneminde olduğu gibi bir tür ortak hakanlık ile Osman ve Saru Yatı birlikte Kayıların beyliğine atandılar. Dündar bey ise beyliğin idaresinde Osman ve Saru Yatı'dan sonra en yetkili kişi konumunda vazife aldı.
Saru Yatı (Savcı) beyden tarih kaynakları çok fazla söz etmemektedir. Bunun nedeni Saru Yatı'nın 1287'deki Domaniç Savaşında şehit düşmesidir. Ertuğrul Gazi'den sonra yerine Osman Bey'in varis olarak geçtiği düşüncesi bir yanılgıdır. Bu yanılgının sebebi Aşıkpaşazade'nin Saru Yatı'dan yeterince bahsetmemesi ile ilgilidir. Oysa Neşri ve Tevarih-i Al-i Osman'da Satu Yatı'dan bahsedilen beyitler ve destanlarda beyliğin Saru Yatı ve Osman tarafından ortaklaşa idare edildiğini anlamamız için yeterince veri bulunmaktadır.
Ertuğrul Gazi döneminde başlayan iyi ilişkiler Osman Bey
döneminde artarak devam etti. Osman Bey döneminde Anadolu Selçuklu Devletinin
bölgede hatırı sayılır bir tahakkümü kalmamıştı. Bu siyasi ortamda bölgede yeni
bir güç ortaya çıktı. İleride büyük bir beylik olacak olan Germiyanoğulları bu
tarihlerde bölgelerindeki hakimiyetlerini güçlendirmeye başlamışlar ve
Karacahisar tekfurluğu için bir tehdit unsuru haline gelmişlerdi. Bu durum,
Karacahisar Tekfurluğu ile dostane ilişkiler içerisine giren Osman Bey’in
Germiyanoğulları’na karşı hasmane bir tutum izlemesine yol açtı. Ancak bu
hasmane durum bir savaşa yol açmadı.
Osman Bey, doğumundan beyliğine kadar olan süre boyunca hiç
savaş görmemiş, hiç gaza etmemişti. Komşuları olan Bizans tekfurları ile iyi geçiniyor,
kendilerine yurt olarak verilen bereketli topraklarda uzun yıllardır güven
içerisinde yaşıyorlardı. Osman Gazi bu müreffeh yıllarında av sevdasına
tutuldu. Sürekli ava çıkıyor, av için gittiği yerde günlerce kalıyordu. Üstelik
sadece kendi yaylasında değil uzak diyarlara seyahat ediyor, av seyahatlerinde
gittiği yerde bazen birkaç gün bazen daha uzun ikamet ediyordu. Osman Beyin bu
av seyahatleri onun tanınmasına ve sevenlerinin artmasına vesile oldu. Zira
uzak diyarlardan av için gelen bir Bey her gittiği yerde saygıyla ve hürmetle
karşılanırdı. Osmanlı Tarihçisi Aşık Paşazade, Osman Beyin bu av
sevdasını “gece gündüz
demeden, dört bir yana yürürdü” şeklinde ifade etmiştir.
Ermenibeli Savaşı (1284)
Osman Beyin ilk savaşı Ermenibeli Savaşı olmuştur. Osman Bey,
her ne kadar Karacahisar ve Bilecik tekfurları ile çok iyi ilişkiler içerisinde
olsa da İnegöl Tekfuru Aya Nikola, Osman Beyin bölgedeki varlığından rahatsız
oluyor ve kendisine husumet besliyordu. Kayılar, bahar yaklaşınca yaylaya
çıkmak üzere hazırlık yapıp yola düştüklerinde İnegöl Tekfuru Kayıların geride
bıraktıkları mallarını yağmalattı. Bu Kayıların maruz kaldığı ilk saldırıydı.
Bu durumu Bilecik Tekfuruna bildirdi ve yaylaya çıkarken geride kalan mallarını
kendisine emanet etmek istediğini belirtti. Bilecik Tekfuru bu talebi kabul
etti ve Osman Bey kışlağını güvence altına aldı. Osman Bey bununla yetinmedi.
İntikamını almak için yapacağı saldırı öncesinde keşif amacıyla yanına 70 kişi
alarak İnegöl Tekfurluğuna doğru yola çıktı. Osman Beyin geldiğini fark eden
İnegöl Tekfuru, güzergâhı üzerine pusu kurdurttu. Osman Bey kendisine pusu
kurulduğunu önceden fark etse de geri dönmeyerek devam etti. Ermenibeli dağının
eteğinde İnegöl Tekfurunun askerleriyle karşılaşan Osman Bey burada çetin bir
mücadele verdi. Sayıca çok kalabalık olan İnegöl Tekfurunun askerlerine karşı
çarpışarak geri çekildiler. Bu savaşta kardeşi Saru Yatı’nın oğlu Uyal Hoca
şehit düşmüştür. Günümüzde Uyal Hoca’nın mezarı İnegöl Hamza Bey köyünde
bulunmaktadır.
Osman Bey, pusudan kurtulsa da intikamını alabilmiş değildi.
İntikamını almak için acele etmedi. Daha önce savaş tecrübesi olmayan Osman hem
kendisini hem askerlerini savaşa hazırlayıp 1 yıl sonra yeniden İnegöl
Tekfuruna taarruz etti.
Kulacahisar Savaşı (1285)
Osman Bey, Ermenibeli’de düştüğü pusudan kurtulup sefer
hazırlıklarını tamamladıktan sonra ilk fethini gerçekleştirmek ve Gazi unvanını
almak için 300 kişilik bir ordu hazırlayıp İnegöl yakınlarındaki Kulacahisar
kalesine bir gece baskını düzenledi. Mücadele çok kısa sürdü. Beklemedikleri
bir saldırıyla karşılaşan Bizanslı askerler mukavemet gösteremeyip teslim
oldular.
Kulaca Hisar kalesi oldukça stratejik bir konumdaydı. Bu kalenin
fethedilmesi ile Bizans’ın bölgede askeri yığınak yapabileceği önemli bir hareket
noktası ele geçirilmiş oldu. Osman Bey, kaleyi fethettikten sonra Bizanslı
köylülere şu konuşmayı yapmıştır;
“Gönlünüzü hoş tutun, korkmayın. Canınıza, malınıza, ırzınıza
zerre ziyan gelmeyecektir. Bunu ben, Kayı beyi Osman size söylerim. Şimdi pazara
gidecekler yola koyulsun. Onları benim yiğitlerim koruyacaktır. Dönüşleri de
böyle olacaktır. Bundan böyle hep böyle olacaktır. Kulacahisarı hep yiğitlerim
koruyacaktır. Size ziyan verecekleri yiğitlerim karşılayacaktır. Geceniz
gündüzünüzden emin olacaktır!”
Önemli bir Bizans kalesinin fethedilmesi Osman Beyin namının
yayılmasına vesile olmuştur. Beylik olamayan, Kayılar gibi küçük gruplar
halinde yurt tutan Türkmenler Osman Beyi yeni fatihleri olarak görerek
kendisine tabi olmaya başladılar. Kayılar bu savaştan sonra kalabalıklaşmış,
güçlenmiş ve Beylik olma yolunda ilk önemli adımlarını atmaya
başlamıştır.
Kulacahisar kalesinin fethi daha büyük ve daha çetin bir savaşın
ilk evresi olmuştur. Sırada İnegöl’ün fethi vardır.
Domaniç Savaşı (1287)
İnegöl Tekfuru Aya Nikola, Kulacahisarın kaybedilmesi üzerine
geçmişten beri Kayılarla iyi geçinen Karacahisar Tekfuru ile ittifak kurarak
Osman Beyi topraklarından atmak için bir araya geldiler. Osman Bey artık küçük
bir aşiretin beyi değildi. Karacahisar Tekfuru ise eski dostları ve iyi
komşuları olmaktan çıkmıştı. Tarih, hayatı boyunca savaş görmemiş Osman Beyin
yalnızca iki yılda ve sayıları yüzlerle ifade edilebilecek küçük bir orduyla
art arda elde ettiği büyük başarıları kaydetmeye başladı.
Kulacahisar kalesinin kaybedilmesinden 2 yıl sonra İnegöl
Tekfuru ve Karacahisar Tekfuru ordularını birleştirdiler ve ordunun başına
Karacahisar Tekfuru’nun kardeşi Kalanoz’u komutan tayin ederek Osman Beyin
üzerine taarruza gönderdiler. Osman Bey üzerine gelen ordunun haberini alınca
gazilerini topladı ve onların gelmelerini beklemeden yola düştü. Bu iki ordu
Domaniç beldesinde bulunan İkizce mevkiinde karşılaştılar.
Domaniç çok çetin ve uzun bir mücadeleye sahne oldu. Savaşın
sonunda Osman Bey muazzam bir başarı elde ederek Bizanslıları bozguna uğrattı
ve komutanları Kalanoz’u ele geçirdi. Osman Bey’in kardeşi Saru Yatı bu
mücadelede şehit düşmüştü. Osman Bey Kalanoz’un ele geçirildiğini haber alınca
hiddetlenerek şu emri verdi; “Önce
karnını yarın, sonra eşip it gibi gömün”. Kalanoz’un gömüldüğü yer
bu tarihten sonra “İtşeni” olarak anılmıştır. Şehit olan Saru Yatı ise Söğüt’e
götürülerek babası Ertuğrul Gazi’nin yanına defnedildi.
İkizce’deki mücadele savaşın sonu anlamına gelmiyordu. Kendisine
vergi veren ve itaat eden Karacahisar Tekfurunun Osman Bey’e karşı taarruz
ettiği haberini alan Selçuklu Hükümdarı 2. Mesud, Ordusunu toplayıp
Karacahisar’a sefere çıktı. Sultanın sefere çıktığını öğrenen Osman Bey’de
hazırlıklarını tamamlayıp savaşa katıldı ve Karacahisar Tekfurunun kalesi
kuşatıldı. Kuşatma 2 gün boyunca devam etti. Ancak savaş neticelenmeden
Ereğli’ye saldırıldığı haberini alan 2. Mesud, Ereğli’nin ateşe verildiğini ve
halka zulüm edildiğini öğrenince Ereğli’ye doğru yola çıkmak zorunda kaldı. Karacahisarın
kuşatması için getirdiği silahları Osman Bey’e teslim ederek geri döndü. Osman
Bey, birkaç gün daha süren çetin mücadelenin sonunda Karacahisar kalesini
zaptetmeyi başardı. Bu kez Kulacahisar kalesinde yaptığı gibi Bizanslı
köylüleri muhafaza etmedi. Önce askerlerini ganimete boğdu, ardından köy
evlerini gazilere ve tebaasına verdi. Bu fetihten sonra Karacahisar bir İslam
kenti haline geldi. Bu savaş hem gaza, hem fütuhat hem fetih olmuş, Osman
Bey’in itibarını fevkalade yükseltmiş ve Osman Beyin devletli olma yolunda
büyük bir aşama kaydetmesini sağlamıştır.
Osmanlı
Beyliğinin Yükselişi
Osman Bey, art arda kazandığı savaşlar, gerçekleştirdiği
fetihler ve askerlerine dağıttığı ganimetlerle kısa sürede ün saldı. Çevredeki
Türk boyları Osman Beye tabi olmak için elçiler gönderiyor, ordusu ve tebaası
her geçen gün artan Osman Bey artık sadece Kayıların değil kendisine tabi olan
tüm Türk boylarının beyliğini üstleniyordu.
Osman Bey, Karacahisarın fethedilmesinden sonra muvaffakiyetinin
haberini iletmesi için kardeşinin oğlu Aytemür’ü Sultan 2. Mesud’a elçi olarak
gönderdi. Sultan 2. Mesud, bu habere çok sevindi ve kendisini taktir etmek için
hediye olarak atlar, silahlar ve değerli eşyaların yanı sıra beylik alametleri
olan tabi, sancak ve ferman gönderdi (1289). Bu alametler Osman Beyin Selçuklu
Sultanı tarafından Bey olarak tayin edilmesi anlamına geliyordu. Osman Bey
artık Osmanlı Beyliğinin lideri olacak, bundan böyle fethedeceği topraklar
kendi malı olacaktır.
Bileciğin Fethi
Osman Beyin art arda elde ettiği başarılar eski dostu olan
Bilecik Tekfurunu tedirgin etmeye başladı. Yükselen Osmanlı Beyliğinin bir gün
kapısına dayanacağını önceden görmüştü. Ancak İnegöl ve Karacahisar Tekfurları
gibi cenk etmekten ve sonunun onlar gibi olmasından endişe etti. Bunun yerine
Osman Beye bir tuzak hazırladı. Oğlunu Yerhisar Tekfurunun kızı ile
evlendirecek olan Bilecik Tekfuru, tertip edilecek düğüne Osman Beyi de davet
etti. Amacı Osman Beyi savunmasız
Osman Bey bu teklifi severek kabul etti. Zira Bilecik Tekfuru
ile eski dostlardı ve kendisiyle daha önce hiç yüz yüze karşılaşmamışlardı.
Osman Beyin bu tuzağa düşmemesi mümkün değildi. Zira düğüne askerleriyle
gidemez, bu daveti de reddedemezdi. Osman Beye bu durumu Bilecik Tekfurunun
hasmı olan Harmankayası Tekfuru haber verdi. Kendisine düzenlenecek süikastı
haber alan Osman Bey, akıllıca bir hamle yaparak önce çok kıymetli hediyeler
gönderdi ardından askerlerine kadın elbiseleri giydirip himayesindeki kadınlar
gibi yanında düğüne getirdi. Ayrıca her zamanki gibi yaylaya çıkacaklarını,
mallarını emanet yine kalede himaye edilmek üzere gönderdiğini haber verdi.
Yine kadın kılığına girmiş ve keçelerle gizlenmiş askerlerini kalenin içerisine
soktu. Böylece hem düğün esnasında doğrudan Tekfuru zaptedecek hem de kaleyi
içerden kuşatacaktı. Düğüne geldiği esnada kadınlarının rahat etmeleri için
ayrı bir yerde oturmalarını rica etti. Böylece kadın olmadıklarının anlaşılması
ihtimalini ortadan kaldırdı.
Düğün devam ederken Osman bey birden aya kalktı ve atına binerek
uzaklaştı. Bilecik Tekfuru, kendisine düzenlenecek suikastin farkına vardığını
ve bunun için kaçtığını düşünerek peşine düştü. Bir süre Bilecik Tekfurunu
peşinden sürükleyip Kaldıravık denen bir mevkie geldiklerinde tekfuru tuzak
içindeki tuzağa çekmiş oldu ve Tekfuru kendi kılıcıyla bizzat öldürdü. Bu
esnada da katırlarla gizlenerek kaleye giren askerler düğün olması hasebiyle
içeride pek kimse bulunmayan kaleyi kolayca zapt ettiler. Düğünde bulunan
askerler ise düğün yerinde cenk ederek Bizans askerlerini bertaraf etti. Osman
Bey, zekice bir hamleyle uyguladığı üç adımlık planını başarıyla tamamladı ve
Bilecik Tekfurluğunu kolay yoldan fethetmiş oldu. Bilecik Tekfurundan destek
alan İnegöl Tekfurunu zapt etmesi içinde Turgut Alp adındaki askerini vazifelendirerek
İnegöl’e gönderdi.
Osman Bey, Turgut Alp’in kuşattığı İnegöl’e giderek kaleyi
zaptetti ve İnegöl Tekfurunu öldürdü. Askerlerine yağma izni verdi ve İnegöl
Tekfurunun son kalesini düşürüp İnegöl’ü tümüyle fethetti.Savaşın sonunda
Bilecik Tekfurunun oğluyla evlendirilecek olan Harmankayası Tekfurunun kızını
oğlu Orhan'a ile evlendirdi. İsmi Lilüfer hatun olarak değiştirildi. Lilüfer
(Nilüfer) Hatun, Osmanlı hükümdarlarının ilk gayrimüslim gelini olmuştur ve 3.
Osmanlı Hükümdarı 1. Murad'ın annesidir.
Osmanlı
Devletinin İlanı (1299)
Osman Bey, Karacahisar’ı fethettikten sonra bu bölgeyi tebaasına
açmış, köylere kendi tebaası olan Müslüman kitleleri yerleştirmiş, kiliseleri
camiye çevirterek bölgeyi Müslümanlaştırmıştı. Zamanla bir İslam şehri haline
Karacahisar’ın yerlileri bir araya gelerek Cuma namazı kılmak istediler.
Amaçları hutbeyi Osman Bey adına okutmaktı. İslam geleneğinde Hutbe, o
toprakların yegâne sahibi adına yani hükümdar adına okunmaktaydı. Halk, Osman
Beyi artık hükümdar olarak görmek istiyordu.
Osman beyin kayınpederi olan Şeyh Edebali’nin müritlerinden
Dursun Fakıh, bölgede saygı gören bir zattı. Halk, bu taleplerini Dursun
Fakıh’a ilettiler. O da bu konuyu babası Şeyh Edebali’ye iletti. Osman Bey,
olan biteni öğrenince “Size
ne lazımsa onu öyle yapın”diyerek tebaasının hüsnü talebini kabul
ve tasdik etti. Dursun Fakıh, “Han’ım!
Bu iş için Sultandan icazet ve izin gerekir” diyince Osman
Bey, Osmanlı Devletinin kuruluşunu müjdeleyen o yanıtı verdi;
“Bu şehri ben bizzat kendi kılıcımla aldım. Sultanın bunda bir
faydası olmadı. Ondan niçin izin alayım? Ona sultanlık veren Allah, bana da
gazayla hanlık verdi. Eğer kastedilen şu sancak ise ben sancak götürüp
kâfirlerle uğraşmadım. Sonra o, ben Selçuk soyundanım derse ben de Gök Alp
oğluyum derim. Yok eğer bu ülkeye onlardan önce geldim derse benim dedem
Süleyman Şah da ondan önce gelmiştir.”
Halk Osman Gazinin bu söylediklerinden haberdar olunca sevinçle
camiye koştu. Dursun Fakıh hutbeyi Osman Gazi adına okudu. Osman Bey artık
devletli olmuş, devletini ve hukukunu ilan etmişti. O artık bir bey değil bir
Han olarak anılacaktır. Osman Gazi Han, Karacahisar camiinde kendi adına
okuttuğu hutbeyi müteakip bayram namazında hâkimiyeti altındaki tüm camilerde okutarak
Osmanlı Devletini tüm dünya ya ilan etmiş oldu. Osman Gazi, bayram namazını
Eskişehir’de kıldığında hutbe Osman Gazi Han adına okunuyordu (1299).
Osman Gazi’nin Rüyası
Osman Gazi’nin Osmanlı Devletinin kuruluşunu müjdeleyen rüyayı
görmesi ve rüyasını hocası Şeyh Edebali’nin yorumlaması ile ilgili bilgiler,
Osmanlı tarihçisi Aşık Paşazade tarafından nakledilmiş kayıtlı bilgilerdir.
Aşık Paşazade, bu bilgileri Şeyh Edebali’nin oğlu Mahmut Paşa’dan bizzat
dinlemiş ve kaydetmiştir. Aşık Paşazade’nin naklettiği bilgilere göre Osman
Gazi bu rüyayı Ermenibeli’nde pusuya düşürülmesinden bir yıl sonra 1285 yılında
görmüştür. Rüyasında gördüğü kişi Edebali adında bir şeyhtir. Şeyh Edebali
aslında sanıldığı gibi Osman Beyin hocası değildir. Bölgede sevilen, halk
tarafından büyük itibaren gören, pek çok kerameti görülmüş, varlıklı ancak
cömert, evinden misafiri eksik olmayan mübarek bir zat olarak biliniyordu.
Osman Bey de bu zata zaman zaman misafir olur hasbıhal ederdi.
Osman Gazi bir gece ibadet edip dua ettikten sonra uykuya daldı.
Rüyasında kendisine misafir olduğu bu zatın göğsünden bir ay doğarak kendi
göğsüne giriyor, ardından karnından bir ağaç bitiyor, bu ağacın alemi kaplıyor,
gölgesinde dağlar meydana geliyor, bu dağların yamacından sular akıyor, bu
sulardan kimileri içiyor kimileri bahçesini suluyor, kimileri çeşmeler
akıtıyordu.
Gördüğü rüyayı doğrudan bu zata giderek anlattı. Şeyh Edebali,
rüyayı dinledikten sonra “Oğul
Osman Gazi, sana müjdeler olsun, yüce Allah sana ve nesline padişahlık verdi,
kutlu olsun. Ayrıca kızım Malhun senin eşin olacak.” dedi.
Osman Gazi, bu rüyayı gördükten hemen sonra kılıcını kuşanarak
İnegöl Tekfurunun kontrolünde bulunan Kulacahisar kalesini zapt etmiş ilk
fethini gerçekleştirmiştir.
Son yüzyılda ortaya çıkan bazı tarih kaynaklarında Osman Beyin
Şey Edebali’nin kızını ikinci eş olarak aldığı, Malhun Hatun’un Şeyh
Edebali’nin değil Selçuklu veziri Ömer Abdülaziz’in kızı olduğuna dair bilgiler
geçmektedir. Elimizdeki en itibar edilir ve güçlü kaynak olan Osmanlı tarihçisi
Aşık Paşazade, Malhun hatunun Şeyh Edebali’nin kızı olduğunu, Orhan beyin bu
evlilikten doğduğunu belirtmektedir.
KAYNAK: turktarihim.com
Yorumlar
Yorum Gönder